14 Ekim 2012 Pazar


Boynunu kokladım, kokusunu seviyordum. Sadece kokusunu değil, sesini, sesin dudağından çıkışını, sesin dudağından çıkarken ağzının kıvrılışını, ağzının kıvrılırken yanağında beliren gamzeleri, o gamzelerin havayla tekrardan doluşunu, gözünün kenarında beliren kırışıklıkları, dişlerinin birbiriyle karmaşasını, ama beyazlığını, hep bir şey söyleyecekmiş gibi bakan gözlerini, gür kirpiklerini, serçe parmağını, diz kapaklarını, her şeyini seviyordum.

Tanışmamız çok ilginç olmuştu belki de.

Arkadaşımın yurtdışına gitmesinden önce onu havaalanında yolcu edecek tek kişiydim. Heyecanlı/yorgun/mutlu/üzgün/meraklı/salak ve saçmaydım. Evden çıkmama 10 dakika kalmıştı. Son kontrollerimi gerçekleştirdim, batıl inancım üzerine ters duran terliklerimi düzelttim, son bir ayna kontrolümü yaptım ve çıktım, bahçeye çıkmıştım ki ehliyetimi evde unuttuğumu fark ettim. 13 katı tekrar çıktım, tekrar asansör bekledim, tekrar kontrolü yaptım ve tekrar aynaya bakıp evden çıktım. Evim hiçbir yere yakın değildi. Sitede taksi güçbelâ bulunurdu. O yüzden pek yakın olmasa da araba kullanmak zorundaydım. Kontağı çalıştırdım, yola koyuldum, uçağın kalkmasına 1 saat 45 dakika vardı. O sırada, parantez içinde şunlar oluyordu.(bir kadın çocuğuyla beraber alışveriş yaptı, sonra dolu poşetlerle birlikte çocuğunu arka koltukta pusetine yerleştirdi, arabasına bindi, aynaları ayarladı. Müziği hafifçe açtı, bebeğin eline en sevdiği oyuncağını verdi, yola koyuldu. Biraz gitmişlerdi ki yolda bir karpuz kamyonundan karpuz düştü, arkasındaki araba var gücüyle kornayı çaldı, bebek korktu, bir bebekten ne kadar ses çıkabilirse o sesin 10 kat fazlasıyla ağlamaya başladı. Anne panikledi, biran arkasına döndü, çocuğu sakinleştirmeye çalışırken aniden yolun durduğunu fark etmedi. Önündeki araca tosladı. Bebek daha çok ağladı. Anne ağlamaya başladı. Yan trafiğe bakan kamyon şoförü birden kazadan kaçmaya çalışırken gaza abandı. Kamyon aniden durdu, karpuzlar kasalarında durmayarak yola saçıldı. Her yol kırmızı karpuzun yemyeşil kabuklarıyla doldu, trafik durdu.)

Normalde 30 dakikada gitmem gereken yolda 30 dakikadır hiç yol alamamamın haklı stresini yaşıyordum. En yakın arkadaşım dünyanın bir ucuna gidiyordu ve ben 30 dakikada yanında olmam gerekirken oturduğum koltukta öylece felç olan trafiği felç olan bir ruh haliyle izliyordum. Defalarca aradım, defalarca özür diledim, defalarca daha erken çıksaydım, gidip havaalanında 3–4–5 saat bekleseydim dedim. Sağ elimin serçe parmağını yedim, dudak içlerimi kemirdim, 27 kez telefonumun tuş kilidini açtım, 28 kez click sesiyle tekrar kilitledim. Radyo kanallarını değiştirdim, radyoyu kapadım, radyoyu yeniden açtım. Sonra ettiğim milyon duadan biri tutmuş olacak ki yol açıldı. Düşen karpuz kabuklarından hıncımı alırcasına geçtim üzerinden. Bir daha ağzıma bir lokma almama yeminleri ettim, küfür ettim, yetişmek için dua ettim. Havaalanı girişi şansım gün içerisinde sadece 1 kere yaver gitmiş olacak ki yoğun değildi, tam içeri girdiğimde arkadaşım tekrardan aradı, artık içeri girmek zorunda olduğunu söyledi. Önümde 2 seçenek vardı, ya öylece arabayı uluorta köşede bırakacak ve girişi katledecek, muhtemelen de çıkışımda kızgın insanlar tarafından linç edilecek ya da arabayı parka kadar götürecek ve yetişemeyecektim. Seçmem gereken tek seçeneği seçtim. Ruhsatı aldım, kontağı kapadım, anahtarı aldım ve arabam köşede çıktım. Arkadaki arabalar muhtemelen arabada birisinin daha olduğunu ve ben indikten sonra arabanın ilerleyeceğini düşündüklerinden küfür etmediler. Girişe yöneldim, insanlar muhtemelen arabanın hala çakılı çivi gibi durmasından sinirlenerek korna seremonisine başladılar. Elimdeki anahtarı kapıdan ilk bavuluyla çıkan adama verdim, ağzımdan çıkan alakasız kelimelerle durumumu anlatmaya çalıştım, sadece 1 tur atıp tekrar aynı noktaya gelmesi için ricalar ettim ve telefon kulağımda arkadaşımı aradım. Çoktan içeri girmişti, yüzlerce insan arasında pasaport kontrolünün arkasından bana düşmüş omuzlarıyla karşımda duran genç kıza baktım. O da heyecanlı/yorgun/mutlu/üzgün/meraklı/salak ve saçmaydı. Biliyordum geç kalacağını ama yine de geleceğini dedi telefonun bir ucundan. Bir şey diyemeden sadece gülümsedim. Dudaklarım mutsuz durarak yaptığım beceriksiz bir gülümsemeydi. Dudaklarımı toparlamaya çalıştım, gözlerim bu sefer boykot etti. neyse, sonuç olarak gitti…

Ben içinde bulunduğum durumdan zor olsa da sıyrıldım. Muhtemelen kaçırılmış arabam için önce babamı mı arasam, polisi mi, durumu nasıl açıklasam derken çıkışta beni bekleyen arabanın içinde bana bakan bir çift meraklı gözle karşı karşıya geldim. Gülümsedi; yanağında gamzeleri belirdi, gamzeleri sonra havayla doldu, gülümsemesiyle gözünün kenarları kırıştı, o sırada dişlerinin birbiriyle tezatını beyazlığını gördüm, bir şeyler söyleyecek gibi baktı, arabadan indi ve arabanın anahtarını ellerime bıraktı: “bu kadar deli olmamalısınız bence.” Dedi.
Ben seni seviyorum anladım.

Neyse gerisi değişik bir hikaye işte, teşekkür amaçlı bir akşam yemeği, benim olayı açıklama çabalarım, iş kartımı bir şekilde laf arasında vermem, sonra teşekkür amaçlı bir mesaj ve sonrası hikayenin başı işte.

Sadece size bir sır vermem gerekli bu hikâyede. O evden ruhsatımı unutarak çıkmadım, o kamyon şoförü de karpuzları düşürmedi ve trafik hiç tıkanmadı ve kadının bebeği ağlamadı, oyuncağıyla gülümseyerek evine geldi ve ben geç kalmadım. Arabamı park ettim, arkadaşımla sarılarak ayrıldık. Böyle olmasaydı çok severdim. Ama o havaalanından çıkarak taksiye bindi ve sıradan birgün daha bitti. Hiç olmayacak bir an kursağımda öylece kaldı. Sanırım Adem’in Havva uğruna yediği elmanın kursağında kalmasından beridir, aşkın  her ademoğlunun hayatında en az bir kere kursağında kalması. Ki unutmayalım…


2 yorum: