Boynunu kokladım, kokusunu seviyordum. Sadece kokusunu
değil, sesini, sesin dudağından çıkışını, sesin dudağından çıkarken ağzının
kıvrılışını, ağzının kıvrılırken yanağında beliren gamzeleri, o gamzelerin
havayla tekrardan doluşunu, gözünün kenarında beliren kırışıklıkları,
dişlerinin birbiriyle karmaşasını, ama beyazlığını, hep bir şey söyleyecekmiş
gibi bakan gözlerini, gür kirpiklerini, serçe parmağını, diz kapaklarını, her
şeyini seviyordum.
Tanışmamız çok ilginç olmuştu belki de.
Arkadaşımın yurtdışına gitmesinden önce onu havaalanında
yolcu edecek tek kişiydim. Heyecanlı/yorgun/mutlu/üzgün/meraklı/salak ve saçmaydım.
Evden çıkmama 10 dakika kalmıştı. Son kontrollerimi gerçekleştirdim, batıl
inancım üzerine ters duran terliklerimi düzelttim, son bir ayna kontrolümü
yaptım ve çıktım, bahçeye çıkmıştım ki ehliyetimi evde unuttuğumu fark ettim.
13 katı tekrar çıktım, tekrar asansör bekledim, tekrar kontrolü yaptım ve
tekrar aynaya bakıp evden çıktım. Evim hiçbir yere yakın değildi. Sitede taksi güçbelâ
bulunurdu. O yüzden pek yakın olmasa da araba kullanmak zorundaydım. Kontağı
çalıştırdım, yola koyuldum, uçağın kalkmasına 1 saat 45 dakika vardı. O sırada,
parantez içinde şunlar oluyordu.(bir kadın çocuğuyla beraber alışveriş yaptı,
sonra dolu poşetlerle birlikte çocuğunu arka koltukta pusetine yerleştirdi,
arabasına bindi, aynaları ayarladı. Müziği hafifçe açtı, bebeğin eline en
sevdiği oyuncağını verdi, yola koyuldu. Biraz gitmişlerdi ki yolda bir karpuz
kamyonundan karpuz düştü, arkasındaki araba var gücüyle kornayı çaldı, bebek
korktu, bir bebekten ne kadar ses çıkabilirse o sesin 10 kat fazlasıyla
ağlamaya başladı. Anne panikledi, biran arkasına döndü, çocuğu sakinleştirmeye
çalışırken aniden yolun durduğunu fark etmedi. Önündeki araca tosladı. Bebek daha
çok ağladı. Anne ağlamaya başladı. Yan trafiğe bakan kamyon şoförü birden
kazadan kaçmaya çalışırken gaza abandı. Kamyon aniden durdu, karpuzlar
kasalarında durmayarak yola saçıldı. Her yol kırmızı karpuzun yemyeşil
kabuklarıyla doldu, trafik durdu.)
Normalde 30 dakikada gitmem gereken yolda 30 dakikadır hiç
yol alamamamın haklı stresini yaşıyordum. En yakın arkadaşım dünyanın bir ucuna
gidiyordu ve ben 30 dakikada yanında olmam gerekirken oturduğum koltukta öylece
felç olan trafiği felç olan bir ruh haliyle izliyordum. Defalarca aradım,
defalarca özür diledim, defalarca daha erken çıksaydım, gidip havaalanında 3–4–5
saat bekleseydim dedim. Sağ elimin serçe parmağını yedim, dudak içlerimi
kemirdim, 27 kez telefonumun tuş kilidini açtım, 28 kez click sesiyle tekrar kilitledim.
Radyo kanallarını değiştirdim, radyoyu kapadım, radyoyu yeniden açtım. Sonra ettiğim
milyon duadan biri tutmuş olacak ki yol açıldı. Düşen karpuz kabuklarından
hıncımı alırcasına geçtim üzerinden. Bir daha ağzıma bir lokma almama yeminleri
ettim, küfür ettim, yetişmek için dua ettim. Havaalanı girişi şansım gün
içerisinde sadece 1 kere yaver gitmiş olacak ki yoğun değildi, tam içeri
girdiğimde arkadaşım tekrardan aradı, artık içeri girmek zorunda olduğunu
söyledi. Önümde 2 seçenek vardı, ya öylece arabayı uluorta köşede bırakacak ve
girişi katledecek, muhtemelen de çıkışımda kızgın insanlar tarafından linç
edilecek ya da arabayı parka kadar götürecek ve yetişemeyecektim. Seçmem gereken
tek seçeneği seçtim. Ruhsatı aldım, kontağı kapadım, anahtarı aldım ve arabam
köşede çıktım. Arkadaki arabalar muhtemelen arabada birisinin daha olduğunu ve
ben indikten sonra arabanın ilerleyeceğini düşündüklerinden küfür etmediler. Girişe
yöneldim, insanlar muhtemelen arabanın hala çakılı çivi gibi durmasından
sinirlenerek korna seremonisine başladılar. Elimdeki anahtarı kapıdan ilk
bavuluyla çıkan adama verdim, ağzımdan çıkan alakasız kelimelerle durumumu
anlatmaya çalıştım, sadece 1 tur atıp tekrar aynı noktaya gelmesi için ricalar
ettim ve telefon kulağımda arkadaşımı aradım. Çoktan içeri girmişti, yüzlerce
insan arasında pasaport kontrolünün arkasından bana düşmüş omuzlarıyla karşımda
duran genç kıza baktım. O da heyecanlı/yorgun/mutlu/üzgün/meraklı/salak ve saçmaydı.
Biliyordum geç kalacağını ama yine de geleceğini dedi telefonun bir ucundan. Bir
şey diyemeden sadece gülümsedim. Dudaklarım mutsuz durarak yaptığım beceriksiz
bir gülümsemeydi. Dudaklarımı toparlamaya çalıştım, gözlerim bu sefer boykot
etti. neyse, sonuç olarak gitti…
Ben içinde bulunduğum durumdan zor olsa da sıyrıldım. Muhtemelen
kaçırılmış arabam için önce babamı mı arasam, polisi mi, durumu nasıl açıklasam
derken çıkışta beni bekleyen arabanın içinde bana bakan bir çift meraklı gözle
karşı karşıya geldim. Gülümsedi; yanağında gamzeleri belirdi, gamzeleri sonra
havayla doldu, gülümsemesiyle gözünün kenarları kırıştı, o sırada dişlerinin
birbiriyle tezatını beyazlığını gördüm, bir şeyler söyleyecek gibi baktı,
arabadan indi ve arabanın anahtarını ellerime bıraktı: “bu kadar deli
olmamalısınız bence.” Dedi.
Ben seni seviyorum anladım.
Neyse gerisi değişik bir hikaye işte, teşekkür amaçlı bir
akşam yemeği, benim olayı açıklama çabalarım, iş kartımı bir şekilde laf
arasında vermem, sonra teşekkür amaçlı bir mesaj ve sonrası hikayenin başı
işte.
Sadece size bir sır vermem gerekli bu hikâyede. O evden
ruhsatımı unutarak çıkmadım, o kamyon şoförü de karpuzları düşürmedi ve trafik
hiç tıkanmadı ve kadının bebeği ağlamadı, oyuncağıyla gülümseyerek evine geldi
ve ben geç kalmadım. Arabamı park ettim, arkadaşımla sarılarak ayrıldık. Böyle
olmasaydı çok severdim. Ama o havaalanından çıkarak taksiye bindi ve sıradan
birgün daha bitti. Hiç olmayacak bir an kursağımda öylece kaldı. Sanırım Adem’in
Havva uğruna yediği elmanın kursağında kalmasından beridir, aşkın her ademoğlunun hayatında en az bir kere
kursağında kalması. Ki unutmayalım…